
"Güzel günler yakındır" diyerek 40 yıldan fazla bir süredir oyalanıyorum buralarda. Ufuk çizgisi gibi, kovaladıkça kaçan güzelliklerin, gelecekte değil de; içtiğim bir bardak demli çayda, denizi köpürterek ve onu yara yara ilerleyen vapurda ya da bir martının havada kaptığı simitte olduğunu anlamamı sağlayan 40 yılı aşkın bir süre...
Zaman ilerledikçe ve kaybedip kazandıkça aslında kaybetmek ve kazanmak diye bir şey olmadığını düşünmeye başladım. Ankara'da değil de bir sahil kasabasında yaşasaydım hırslarımı denize atardım sanırım. Ne çare kader bozkırın ortasındayım. Ben de ne yaptım hırslarımı? Halı sahada bıraktım.
Rekabeti bir kenara attığımdan beri televizyonda futbol maçı bile seyredemez oldum. Abarttım mı biraz? Hiç rekabetsiz de olmuyor ki canım. Kahrolası doğal seleksiyon. O da olmasa nasıl adapte olacağız bu hayat karmaşasına.
Hayatı da karmaşaya çevirmemek bizim elimizde nitekim. Cem Karaca'nın oğluna verdiği öğüdü dinlemeli bence. "Papazın eşeğini kovala dur. Ali'nin külahını Veli'ye uydur. Aldat dur; aldan dur. Oğlum hayat bu mudur". Soruyorum aa dostlar! Bu mudur?
Nedir hayat o halde? Gönül yelkenini bizim denizlerin lacivert rüzgarlarına basarak şarkı söylemek mi? Her türlü fırtınaya dayanması için teknenin omurgasını yürek dalından oyarken fotoğraf makinesinin deklanşörüne basmak mı? En önemlisi hiç bir martıyı ağlatmamak mı?
Bu sayfada bulabilir miyim aradığım cevapları? Denemeden olmaz değil mi?
O halde...